"Asgari ücretin belirlenmesi yoksulluk ve açlık sınırlarının da tespit edilmesi anlamına geliyor"

Ekonomi Politik
-
Aa
+
a
a
a

Ekonomi Politik'te Ali Bilge, asgari ücret gündemi başta olmak üzere Türkiye'deki gazetecilik faaliyetlerinin zorluğundan ve Suriye'de yaşanan son gelişmelerden söz ediyor.

""
Ekonomi Politik: 23 Aralık 2024
 

Ekonomi Politik: 23 Aralık 2024

podcast servisi: iTunes / RSS

Özdeş Özbay: Merhabalar Ali Bey, günaydın!

Ferhat Kentel: Günaydın!

Ali Bilge: Günaydın Özdeş, günaydın Ferhat Kentel, tüm arkadaşlara günaydın ve iyi haftalar!

Ö.Ö.: Teşekkür ederiz. Bugün Ömer Bey yok, yakında tekrar bizimle olacak. Dolayısıyla Ferhat Kentel ile birlikte yapıyoruz Açık Gazete’yi.

A.B.: Tekrar merhabalar.

Ö.Ö.: Biz Suriye’de rejim devrildikten sonra gazetelerin, televizyon kanallarının ve radyoların yani 24 saat önce rejime destek veriyor gibi görünürken 24 saat boyunca ne yapacaklarını bilememe hallerine biraz bakıyorduk. Bilmiyorum, isterseniz sizinle kısaca konuşmuştuk ama Türkiye’de gazetecilik, gazetelerin durumu, vs. de var, öyle mi başlayalım dersiniz?

A.B.: Türkiye’de gazetecilik yapmak, yorumculuk yapmak, program yapmak büyük bir riski göze almak demek. Uzun yıllardır böyle cereyan ediyor, sürekli bir bıçağın üzerinde yürüyeceksin, ne dengeni bozacaksın, ne de ayağını kestireceksin gibi bir durum. Otokrasinin şartlarında gerçek gazetecilik yapmak çok zor, pek mümkün değil; dünya ve Türkiye pratikleri de bunu bize hep gösterdi. 2014’ten bu yana aşamalarla biz bu zorlukları yaşaya yaşaya geldik. Zaten içerisi bir hapishane, dışarısı başka bir hapishane.

Medyanın mülkiyet bileşimine baktığınızda, otokrasinin sahipliğinin %99’una ulaştığına şahit oluyoruz. Tek parti dönemi gibi gazetecilik faaliyetlerinin çok zor sürdürüldüğü bir dönemi yaşıyoruz. Her şey merkezden yönlendiriliyor, İletişim Başkanlığı otokratik rejimin medya planlamasını yapıyor.

Türkiye’de gerçek gazetecilik faaliyetlerini sürdürebilen insan sayısı çok azaldı, başka sektörlere kaymış durumda arkadaşlarımızın büyük bir bölümü ya da sosyal medyada yer bulabiliyorlar. Çok zor bir dönem içindeyiz.

Maalesef muhalefet kanalları diye geçen kanallar da - bu kelimeyi söylemekten kendimi alıkoymayacağım - rezalet yani! Konuştukları konularla ilgisi olmayan yorumcular, inanılmaz bir hazırlıksız programcılar, sunucular... Herhalde yapay zeka ile hazırlıkları yapılıyor. Gazetecilikte yaşanan dönüşüm ve zorluklar ayrıca konuşulması gereken bir husus ama isterseniz burada keselim.

Geçen hafta ayrıntılı değinmiştik; asgari ücret de bu hafta belli olacak, 2025 bütçesi de iki gün önce TBMM’de kabul edildi, biraz onlara değinelim, sonra tekrar programın sonuna doğru diğer halimize geliriz.

Hep programlarda da değiniyoruz; otokrasiye geçtiğimizden bu yana ülke bütçesi bütçe olmaktan çıktı. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi denilen otokratik düzen, bütçeyi işlevsizleştirdi. Çünkü bütçe demek, öncelikle parlamento demektir. Bütçe görüşmeleri, parlamentoda iktidarın performansının ayrıntılı bir şekilde görüşüldüğü, incelendiği bir süreçtir. Parlamentoda bütçe görüşmelerinde enine boyuna iktidar masaya yatırılır, muhalefet ve iktidar iletişim içinde olur. Şimdi bakın, bütçe görüşmeleri esnasında ne Plan ve Bütçe Komisyonu’nda, ne de Genel Kurul’da muhalefetin verdiği hiçbir önerge görüşülmedi ve kabul edilmedi.

Böyle bir diyalogsuzluk içinde TBMM bütçeyi kabul etti. Bütçe değerini çok önemli ölçüde yitirmiş bir doküman haline geldi. Kuvvetler ayrılığında bütçelerin hükmü vardır ama otokrasilerde hükmü yok. Nitekim, bütçe tekniği açısından da iğdiş edilmiş olduğunu görüyoruz ama yine de bütçeler iktidarların yönlerini anlamak için önemli dokümanlardır.

2025 Merkezi bütçe 14 bin 731 milyar, gelirleri de 12 bin 800 milyar yani 2 trilyona yakın bir açık verecek. Bütçenin önemli bölümünü faiz harcamaları oluşturuyor. Faiz giderleri dediğimiz, sadece faiz ödemeleri 2 trilyona yakın, bin 950 milyar lira faiz ödenecek. Ana para değil bu, ana paralar yenileniyor, bunlar faiz ödemeleri. İlk tespitimiz, faiz bütçesi olduğudur. Yıllardır Türkiye bütçelerinde gördüğümüz, saptadığımız hususlar 2025 bütçesinde de önümüze geliyor. Yatırım bütçesi olmaktan çıkmış durumda, kamusal yatırıma harcanan kaynaklar kısıtlı, yok gibi ve önemli bir kısmı da personel giderleri yani maaş bütçesi oluyor. Sosyal güvenlik kurumlarının aktöryel dengesi bozuk, bu kurumlara emekli maaşlarını ödeyebilmesi için kaynak aktarılıyor. Bunlar transfer harcamaları kapsamında dediğimiz harcamalar. Dolayısıyla bütçenin büyük bir bölümü de personel giderleri olarak karşımıza çıkıyor.

Bütçede en büyük payı çok getirisi olmamasına karşın Milli Eğitim Bakanlığı alıyor; bin 450 milyar TL. Hemen arkasından Sağlık Bakanlığı geliyor ama yatırımlara, yatırımcı kuruluşlara baktığımızda örneğin, Enerji Bakanlığı’nın bütçesi düşük; 45 milyar TL. Enerjide varlıkların büyük bir çoğunluğu özel sektöre devredilmiş durumda.

2025 bütçesinde göze çarpan en önemli büyüklüklerden biri, savunma harcamaları. Militarist sanayii alanındaki gelişmeleri geçen programlarda da konu etmiştik. Dünyada da savunma-silah harcamaları artmaya devam ediyor, silah şirketleri eski değimle ‘peynir-ekmek’ gibi denir ya, silah sattıklarını, siparişlere yetişemediklerini söylüyorlar, sipariş sipariş üstüne. Silah şirketleri, siparişleri yerine getirmek için gerekli ham maddenin yetişememesi nedeniyle siparişleri yerine getiremediklerinden şikayet ediyorlar. Hem dünyada, hem de Türkiye’de savunma bütçesi, savunma harcamaları artarak devam ediyor. 2025’te Türkiye savunmaya; Savunma Bakanlığı 914 milyar, iç güvenlik 695 milyar, savunma sanayiini destekleme fonu da 165 milyar TL olmak üzere yani bildiğimiz üç ana kalemde bin 608 milyar liralık kaynak ayırıyor. Türkiye’nin savunma bütçesi yaklaşık 46 milyar dolar, 2024 yılına göre artış %80’ler seviyesinde.

Ö.Ö.: Bu Orta Doğu’daki genel bir trend bu arada; İran %200 artış gösterdi deniyordu, İsrail rekor bir bütçe, 2025 silahlanma bütçesi yaptı deniyordu. Bütün Orta Doğu bu halde şu anda.

A.B.: Türkiye’nin savunma bütçesi, dolar karşılığı olarak dünya klasmanında 12-14’lerde dolaşıyordu, geçen sene 13’tü hatırladığım kadarıyla. Bu sene de bu dereceleri yakalayacağı anlaşılıyor. Milli Savunma Bakanı’nın komisyonda ve genel kurullardaki konuşmalarına göre, Türkiye bu yıl çelik kubbe inşa edecekmiş, dışarıdan gelecek füzelere karşı hava savunma sistemi kuracakmış. Savunma Bakanı, ‘Bunlar pahalı sistemler’ diyor ayrıca beşinci nesil uçaklar da geliyormuş.

Ö.Ö.: Bu sistemi İsrail’den mi alacaklar mesela?

A.B.: Öbürü depoda duruyor biliyorsun, Rusya’dan aldıkları S400’ler hurdaya çıkacak neredeyse.

Ö.Ö.: O sadece bir füze sistemi, bu çelik kubbe dediğimiz bayağı yaygın yani İsrail’in kullandığı, geliştirdiği bir yöntem de o yüzden söyledim.

A.B.: Haklısın. İsrail ile Türkiye’nin çok eskiye dayalı savunma sanayiinde ve savunma alanında işbirliği vardı. Konya Ovası’nı kullanıyordu tatbikat sahası olarak, uzun yıllar böyle devam etmişti.

F.K.: Ali Bey, o zaman bu işbirliği ilişki ya da neyse çok da halel görmez Suriye’de mesela değil mi? Güneyden İsrail, Golan’a falan daldı, orada bir hayal ediyorsun kim ne kadar ilerleyecek? İlerlerse birbirlerine karşılaşırlarsa ne olur? O zaman bir şey olmaz herhalde değil mi? Herhalde ekonomik kazan-kazan gibi bir ilişki olabilir?

A.B.: Evet, olabilir. Birbirlerinin ayaklarına bastıkları durumlarda olabilecektir ama tarihsel bir perspektif içerisinde baktığımızda iki ülkenin ilişkileri çok kuvvetlidir. Bugün buna girmeyelim, Osmanlı’nın Filistin ve İsrail projesinden başlarsak zaman yetmez.

Bütçeye devam edersek, savunmaya ciddi kaynaklar aktarılıyor. Bütçe; savunma, faiz ve personel giderleri yani maaş ödemelerinden oluşuyor, zengin kesime, parası olanlara 1,5 trilyondan fazla faiz ödeyecek, açlıkla yoksulluk sınırında emeklisine maaş veriyor, 16 milyonu aşkın emeklisi var, büyük bölümü asgari ücretin altında olmak üzere maaş veriyor. Emeklisine öldürmeyecek sadaka gibi bir maaş veriyor bu sistem. Bütçeyi üç ana başlıkta toplamak mümkün; savunma, faiz ve maaşlara ayrılmış bir bütçe.

F.K.: Arada şunu da söyleyelim; insanlar sigara içmeyi bırakıp faize yatırırlarsa acayip para biriktirebiliyorlar, o da var biliyorsunuz değil mi?

A.B.: Doğru, alkol ve sigaradaki fiyatlar çok yüksek. Bütçenin gelir kısmı da yine dar gelirliye, yoksula dayanıyor. Tüketime dayalı vergilerle; KDV, ÖTV gibi vergiler üzerinden vergi toplanıyor, vergi artışı bu harcamalardan sağlanıyor.

Memlekette kurumlar vergisi ve servetten ciddi vergi alınmıyor, gelir vergisi alınıyor ama büyük kısmı ücretlerden yapılan stopaj dediğimiz kesintiler. Gelir ve servet doğru dürüst vergilendirilmiyor. Önemi bir bölümü de tüketimden alınan vergiler, zengin ve fakirin tüketimde eşit vergileniyor, bu harcamalardan sağlanan vergiler toplam vergi gelirlerinin çok önemli bölümünü oluşturuyor. Değişen bir durum yok.

Asgari ücretin bu hafta sonuçlanması gerekiyor. Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun nasıl bir şekilde işlevsiz hale getirildiğini geçen hafta anlatmıştık; 2018’den sonra tam teşekküllü otokrasiye geçtiğimizden itibaren bu komisyon Cumhurbaşkanlığına, saraya bağlı bir komisyon aslında, sarayın dediği gerçekleşecek, o rakamda işveren kesiminin istediği zaten. İşçilerin esamisi okunmuyor.

Asgari ücret tespit komisyonu tarihine baktığımızda bugüne kadar altı kez mutabakat sağlanmış. İşveren, işçi, hükümet bir araya geliyor; tartışmalar, projeksiyonlar ortaya konuyor, bir pazarlık dönüyordu - bunlar yok artık. Asgari ücrete ilişkin açıklanacak rakamlar tatmin edici olmaktan çok uzak olacak, yıllardır tırpanlanan ücretleri telafi edici bir durum olmayacağı anlaşılıyor.

Uyguladıkları tek taraflı bir politika var; neoliberal. Ama bunun para politikası işliyor, maliye politikası çalışmıyor. Maliye politikaları, gelir dağılımı ve bölüşümüne ilişkin kullanılan imkanlara sahiptir, bunlar devreye girmiyor, girdiğinde de sınıf tercihi yapılarak kullanılıyor, işverenler lehine kullanıyor. İşveren tarafı ücretlerin, asgari ücretin artmasına reel olarak kayıpların önlenmesine taraftar değil, mevcut ekonomi programı aksar diyerek IMF, Merkez Bankası, iktidar ve patronlar ittifak içindeler.

Asgari ücret, milyonlarca insanı ilgilendiren bir husus, asgari ücret arttığı vakit otomatikman tüm ücretler buna göre artıyor. Türkiye, büyük çoğunluğu asgari ücret toplumu ama tüm ücretler de buna göre şekilleniyor. Türkiye’deasgari ücretin belirlenmesi yoksulluk ve açlık sınırlarının da tespit edilmesi anlamına geliyor. Bu hafta grup toplantısı yapacağı söyleniyor parlamento muhabirlerinden öğrendiğimize göre, orada da herhalde Erdoğan asgari ücreti açıklar.

Ö.Ö.: Belirleyecek, orada belirleniyor çünkü.

A.B.: Evet, saray belirliyor. Demokrasinin olmadığı yerde böyle oluyor. Görüyoruz, işçi eylemleri yasaklanıyor, grevler yasaklanıyor, Metal-İş’de de direniş sürüyor, Polonez’de devam ediyor, yasaklar uygulanıyor, erteleniyor. Ne oluyor? Gazeteciler öldürülüyor, her alanda devam eden baskılara şahit oluyoruz. Sürekli izleniyor gazetecilerin söyledikleri, oradan cımbızlamalar söz konusu oluyor. Artık gazetecilik ağırlıklı olarak sosyal medyada devam eden bir faaliyet haline dönüşmüş durumda.

İşçi eylemlerinde, emekçi haklarında, grevlerde, toplu sözleşme haklarının geriletilmesinde ve gazetecilik faaliyetlerinde çok ağır baskılara muhatap oluyoruz. Bu durum, OHAL aslında. OHAL sürüyor, OHAL yasaların içerisine nakşedilerek kaldırıldı, ‘Ömür boyu OHAL’e girdik’ demiştim o kaldırıldığı zaman. 2017 Anayasası’na göre, yapılan kanunlar OHAL ve sıkıyönetim dönemlerinde olduğu gibi uygulamaları içeriyor. 

İçinde bulunduğumuz durumu göstermesi açısından tüm bu yaşananlar 2025’in de içeriğini, nasıl geçeceğini bize anlatmış oluyor. 

Bu koşullar altındayken haftanın önemli beklentilerinden biri de İmralı görüşmesi. Birkaç aydır devam eden, DEM parti yetkilileriyle, 25 yıldır tutuklu, hükümlü olan Öcalan’ın görüşmesine bu hafta izin çıkabileceği de konuşuluyor. Öcalan’ın ‘umut hakkı’ denilen haktan yararlanması üzerine başlayan durum, Ekim ayında gündeme getirildi iktidarın ortağı Bahçeli tarafından ve oralardan bugüne sarkan bir durum.

Umut hakkı’ denilen konu da açıklığa kavuşması gereken, pek bilinen bir durum değil, AİHM içtihatları ve yorumları çerçevesi içerisinde ortaya çıkan bir hak. Hapiste 25 yılı dolduran insanlara infazın devam etmesini, işkenceye muhatap olması gibi bir durum olduğu ileri sürülerek bu hakkın doğduğu ifade ediliyor, AİHM bunu ortaya koyuyor ancak bunun işlemesi için Türkiye’nin yasal düzenleme yapması gerekiyor.

Diyelim ki izin çıktı ve DEM yetkilileri İmralı’ya gittiler, İmralı PKK militanlarına ‘silahları bırakın!’ dedi - tabii bunu hangi PKK’ya söyleyecek, o da bir soru işareti: Kandil’e mi, ülke içine mi, Suriye’dekilere mi? Gelişen şartlarda bu çağrıyı kimler dinleyecek? Görüşmenin sonucu neye yarayacak, nasıl yarayacak? Bahçeli’nin çağrısından bu yana Suriye’de rejim değişti. Yanıtlanması gereken sorular çok ama bu görüşme olursa ‘umut hakkı’ meselesi yeniden gündeme gelecek.

İktidarın ve DEM’in Suriye ve İmralı politikası eşgüdüm içinde mi? Bir soru işareti daha, kime ‘veda edin silahlara, silahı bırakın!’ diyecek Öcalan? Anlamış değilim ama bu husus bu hafta ve 2025 yılının ilk aylarında Türkiye siyasetini meşgul edecek hususlardan biri.

Suriye Kürtlerine ilişkin, ‘SDG’nin içinden PKK’ya yer yok’ deniliyor bir taraftan da, ‘umut hakkı’ deniyor, açıklanmaya muhtaç konular. Suriye meselesini önümüzdeki yıl da yine konuşmaya devam edeceğiz çünkü o kadar muğlaklık hakim, Suriye her an her türlü alevlenmeye müsait bir ülke. İlk tespit ettiğimiz hususlar, gün be gün, ay be ay, yıl be yıl değişebiliyor.

Suriye’deki değişime ne diyeceğiz, nasıl tanımlayacağız? Beklenenden çok farklı ve kolay, daha kansız bir değişim söz konusu oldu ve değişimin yönü şu anda hâlâ muğlak, dikkatli olmak gerekiyor. Şunu hatırlıyorum; 1979 yılında üniversite ikinci sınıf öğrencisiydim, İran’da devrim başladı, Şah gitti ve beklenenin aksine kansız bir gelişmeydi, iç savaş olmadı. Okulda İranlı arkadaşlarımız vardı, büyük bir çoğunluğu da İran Komünist Partisi TUDEH üyesiydi. Bu arkadaşlar devrimin heyecanıyla ülkelerine gittiler ama bu arkadaşlarımızın büyük bir bölümü bir daha dönemedi, kimisi öldürüldü, kimisi idam edildi. Dolayısıyla bu tür toplumsal ve siyasal değişimlerin başlangıcıyla sonu arasında çok ciddi farklılıklar olabiliyor. Orta büyüklükte aktör devletler, çökenler, çökmeyenler farklılaşabiliyor. Biraz önce Ferhat Kentel’in söylediği, İsrail-Türkiye gibi aktörler arasındaki ittifaklar oluyor ama damlar, aktörler çok sık değişebiliyor. Tabii ki Türkiye’nin büyük bir özlemi var - diğer Orta Doğu ülkeleri gibi çok değil ama - Suriye’deki enerji kaynaklarından pay almak istiyor, geçmişten bu yana böyle bir özlemi var.

F.K.: ‘Ben de isterim’ diyor yani.

A.B.: Evet öyle diyor. Suriye petrollerini bir türlü konuşamadık ama şunu belirtelim; Suriye’deki petrollerinin çok büyük bölümü Suriye Demokratik Güçleri’nin elinde bulunuyor, SDG ve bir ABD şirketi tarafından işletiliyor.

Elbette sadece yıl sonlarında, onları hatırlamıyoruz ama seneyi kapatırken daha ağır bir üzüntü ve hüzün ile aklımızda oluyorlar, içerideki dostları kast ediyorum, nezarette kalan, hapishanede kalanlar bu duyguları daha iyi bilirler; Osman Kavala, Selahattin Demirtaş, Can Atalay, Gezi’den arkadaşlar ve binlerce masum insan hapishanelerde...

Bir yandan Öcalan’ın ‘umut hakkı’ndan yararlanıp Meclis’te konuşmasına imkan sağlamak üzere bir siyaseti yorumlarken, bu insanların AİHM ve AYM kararlarına rağmen içeride olmasını da içimize sindiremiyoruz doğrusu. Onları unutmadan, onları da içimizde yaşattığımızı belirterek, geçen bir yıl içinde on binlerce dünyalının, çocuğun, kadının Ukrayna’da, Filistin’de, Gazze’de ve Lübnan’da artık yaşamadığının da altını çizerek, yılın son programını kapatalım. Önümüzdeki hafta envanter yapacaksınız galiba değil mi?

Ö.Ö.: Evet, geçen yılın ardından özetine yer vereceğiz.

A.B.: Bir almanak gibi. ‘Otokrasilerde gazetecilik mücadelesiyle demokrasi mücadelesi iç içe geçmiş hususlardır’ diyelim ve kapatalım.

Ö.Ö.: Peki çok teşekkür ederiz, görüşmek üzere.

A.B.: Hoşça kalın!

F.T.: Çok teşekkürler, görüşmek üzere.

A.B.: İyi günler.